Brexit düğümünde son dönemeç
İngiltere'de parlamentonun yaz tatili ardından eylülde tekrar açılmasıyla birlikte Johnson yönetimiyle başta İşçi Partisi olmak üzere “anlaşmasız Brexit” karşıtları arasında kıyasıya bir mücadeleye tanıklık edeceğiz.
Theresa May’in 7 Haziran’da istifasıyla Muhafazakar Parti liderliği ve Birleşik Krallık Başbakanlığı için başlayan yarış 22 Temmuz’da sona erdi.
Eski Londra Belediye Başkanı ve eski Dışişleri Bakanı Boris Johnson, yaklaşık 160 bin Muhafazakar Parti üyesinin 92 bininin oyunu alarak 23 Temmuz itibarıyla parti liderliği koltuğuna ve 24 Temmuz itibarıyla da başbakanlık koltuğuna oturdu.
Rakibi Jeremy Hunt’ın oy sayısı ise 46 binde kaldı. Sonucun bu şekilde gerçekleşmesinde Hunt’ın Brexit yorgunu parti tabanına Brexit sürecinin nasıl sonuçlanacağına dair net ve kararlı bir mesaj verememesinin payı büyüktü. Diğer taraftan Johnson’ın en önemli vaadi ise Brexit’in 31 Ekim 2019’da kesin bir şekilde gerçekleşeceği yönündeydi.
Şimdi Birleşik Krallık’ta en önemli soru, bu ayrılığın AB ile üzerinde uzlaşılmış bir anlaşmayla mı, yoksa anlaşmasız bir şekilde mi gerçekleşeceğine dair. Bu noktada May’in AB ile anlaşmalı ayrılık konusundaki kararlı tavrından oldukça uzak olan Johnson, anlaşmasız ayrılığı ciddi bir seçenek olarak masada tutuyor. Muhalefet ise önümüzdeki iki aylık süreçte böylesi bir anlaşmasız ayrılığı engelleyebilmek için elindeki tüm enstrümanları kullanmaya hazırlanıyor.
Sıra dışı bir tarza sahip olan Johnson’ın en çok benzetildiği siyasetçi ise hiç şüphesiz ABD Başkanı Trump. Her iki isim de popülist söylemi siyasi istikballeri için bir araç olarak kullanmaktan çekinmiyor.
İki popülist: Johnson ve Trump
Ülke, tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini her yönüyle ilginç bir kişiyle aşmaya çalışıyor. Başbakan Johnson’ın babası Stanley Johnson, Osmanlı Devleti’nin öldürülen son “Dâhiliye Nâzırı” -bugünkü ismiyle- İçişleri Bakanı Ali Kemal’in torunu. Fakat Türk kamuoyunda ilgi uyandıran bu akrabalık bağı Johnson’ın Türkiye dostu bir siyasetçi olduğu anlamına gelmiyor, çünkü kendisinin “Osmanlı torunu” kimliğini sahiplendiği pek söylenemez. Dahası, Johnson’ın Londra Belediye Başkanlığı döneminde yabancı karşıtı ve İslamofobik pek çok söylemde bulunduğu hatırlanabilir.
Sıra dışı bir tarza sahip olan Johnson’ın en çok benzetildiği siyasetçi ise hiç şüphesiz ABD Başkanı Donald Trump. İki siyasi figürün birçok ortak yönü mevcut: Siyasi söylemleri, sürpriz çıkışları, tarzları, hatta saç şekilleri. Dünyada yükselen popülist siyaset dilinin bir sonucu olarak ortaya çıkan her iki isim de popülist söylemi siyasi istikballeri için bir araç olarak kullanmaktan çekinmiyor. Hatırlanacağı gibi Brexit Bakanı Steve Barclay’in AB’ye üyelikle ilgili 1972 tarihli kanunun geri dönüşsüz olarak kaldırılmasını sağlayan kararı imzalaması sonrasında Başbakan Johnson "Yasalarımızın kontrolünü geri alacağız" ifadesini kullanmıştı. Bu ifade Trump’ın seçim kampanyası sürecinde sık sık dile getirdiği “Amerika’yı yeniden büyük/muhteşem yapacağız" söylemini akıllara getiriyor. Bir tarafta dışişleri bakanlığı görevinden istifa ederken dönemin Başbakanı May’i İngiltere’nin koloni statüsünde kalacağı yarım bir Brexit anlaşması yapmakla suçlayan Johnson; diğer tarafta eski ABD Başkanı Barack Obama’yı ABD’yi pısırık bir dış politikaya mahkum etmekle ve eski “süper güç” vasfından uzaklaştırmakla suçlayan Trump.
Her iki isim de iç siyasette kendi kitlelerini konsolide etmek için sık sık ülkelerinin geçmişteki parlak günlerine atıf yapıyor, bugün ülkelerinin o parlak günlerden oldukça uzak olduğunu vurguluyor ve bu konuda tüm sorumluluğu önceki yönetimlere yüklüyor. Bu popülist söylemin önemli bir unsuru da kitlelerin zihninde oluşturulan tehdit algısı. Tehdit unsurları ise kimi zaman AB, kimi zaman göçmenler, kimi zaman da İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerden oluşuyor. İngiltere örneğinde de ülkenin “Güneş Batmayan İmparatorluk” zamanlarındaki şaşaalı günlerinden uzaklaşmasının yol açtığı travmanın ve İngiliz toplumunun önemli bir kısmında gözlemlenebilecek o günlere yönelik romantik özlemin Johnson tarafından istismar edildiğini görmek mümkün.
Trump’ın Johnson’a desteğini pek çok kez açıkça beyan ettiği de biliniyor. Hatta bazı konuşmalarında Johnson için “Britanyalı Trump” ifadesini bile kullanan Trump’ın bu yaklaşımında iki temel sebep tespit edilebilir: Birincisi, dünya siyasetinde popülist söylemin bayraktarlığını yapan Trump’ın söylem olarak kendisine benzeyen bir ismi Birleşik Krallık’ın başında görmekten mutluluk duyacağı açık. Zira bu, popülist siyaset tarzının meşrulaşması ve normalleşmesi anlamına geliyor. Diğer taraftan sert çıkışlarıyla AB liderlerini karşısına alan Trump’ın, AB gibi bir güç bloğunun önemli bir üyesini kendi safına çekme isteği de görülüyor.
Bu çerçevede ABD-İngiltere ilişkileri adına önemli gelişmelerden biri de Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’ın İngiltere ziyareti oldu. Görüşmenin en önemli gündem maddeleri ise Brexit sonrası iki ülke ilişkilerinin alacağı şekil ve ABD ile yapılacak kapsamlı serbest ticaret anlaşmasıydı. Bolton’ın "İngiltere, AB’den anlaşmasız ayrılmaya karar verirse, ABD onu destekleyecektir" açıklaması, ABD’nin Birleşik Krallık için AB’den doğan boşluğu doldurma niyetini ortaya koymuş oldu. Burada dikkat çekici olan ise ABD’nin ısrarla yaptığı “anlaşmasız Brexit” vurgusuydu.
Ziyaretin diğer bir gündem maddesi de İngiltere’nin İran’la yaşadığı Hürmüz Boğazı gerilimiydi. Yakın geçmişte ABD’nin başta Irak işgali olmak üzere pek çok askeri harekatı birlikte gerçekleştirdiği İngiltere, İran’a müdahalenin eşiğinden dönen Trump yönetimi için uluslararası arenada göz ardı edilemeyecek bir müttefik konumunda. Tam da bu yüzden, ABD’nin özellikle arzu ettiği “anlaşmasız Brexit” sonrasında yapılacak ticaret anlaşmalarıyla İngiltere’nin ekonomik alanda ABD’ye bağımlılığının artması, Trump yönetiminin ABD-İngiltere ilişkilerindeki örtülü hedefi durumunda. Dolayısıyla Bolton’ın ABD’yi İngiltere’nin Brexit sonrası hamisi konumuna yerleştiren üslubunun İngiltere kamuoyunun önemli bir kısmında rahatsızlığa sebep olduğuna da belirtmek gerekiyor.
Anlaşmasız Brexit ihtimali
Diğer taraftan 18 Ağustos tarihli The Sunday Times Gazetesi’nde, anlaşmasız Brexit durumundaki olası senaryoları konu alan gizli bir hükümet raporu yayınlandı. “Sarı Çekiç Operasyonu” başlıklı raporda, bir anlaşma olmadan AB'den çıkılması halinde Birleşik Krallık’ın petrol, gıda ve ilaç temininde ciddi sıkıntılar yaşayacağı, sosyal hizmetler alanında maliyetlerin süratle artacağı vurgulanıyor. Dahası, raporda, sınır kontrollerinin Avrupa’daki havalimanlarında ve Avrupa Tüneli’nde uzun kuyrukların oluşmasına sebep olacağı, limanlardaki nakliye hizmetlerinde üç aya varan gecikmeler yaşanacağı belirtiliyor. Özellikle Kuzey İrlanda ile İrlanda Cumhuriyeti arasında oluşacak fiziki sınırla birlikte ciddi protesto gösterilerinin ortaya çıkacağı, hatta bölgeye müdahale durumunda bile kalınabileceği söyleniyor. Ayrıca Cebelitarık’la İspanya arasındaki sınır geçişlerinde yaşanacak aksaklıkların birkaç ay süreceği ve bu durumun Cebelitarık ekonomisine ciddi hasar vereceği belirtiliyor. Ülke çapına yayılacak protestoların ise ciddi polis müdahalelerini gerektirebileceğine dikkat çekiliyor.
Bu felaket senaryosunda sıralananlar, Kuzey İrlanda ile alakalı durum hariç, Birleşik Krallık’ın orta vadede üstesinden gelebileceği sorunlar olsa da, kısa vadede ülke ekonomisinin ağır bir yükle karşılaşacağı ortada. Her ne kadar Başbakan Johnson 31 Ekim 2019 itibarıyla Birleşik Krallık’ın anlaşmalı ya da anlaşmasız şekilde AB’den kesin olarak ayrılacağını her fırsatta vurgulasa da bu, Johnson’ın anlaşmasız bir ayrılığın bedelini ödemeye istekli olduğu anlamına gelmiyor. Nitekim Johnson, AB Konseyi Başkanı Donald Tusk’a gönderdiği 19 Ağustos tarihli mektubunda hükümetinin AB ile anlaşmalı ayrılık için tüm enerjisini ortaya koymaya hazır olduğunu belirtmişti.
Kuzey İrlanda meselesi ise uzun yıllar çözüme kavuşturulamayacak bir kangren olma yolunda ilerliyor. Zira ortaya hiçbir şekilde kesin ve kalıcı bir çözüm sunulamıyor ve sunulanlar da geçici çözümlerin ötesine geçmiyor. Dolayısıyla May’in AB ile yaptığı anlaşmaların üç kez reddedilmesine sebep olan mesele, Johnson yönetimini de zorlamaya devam ediyor. Nitekim Johnson’ın Tusk’a gönderdiği mektubun en önemli gündemi “backstop” (tedbir) maddesiydi. Bilindiği gibi backstop, İrlanda adasında fiziki bir sınırın ortaya çıkmasını engelleyecek ve Birleşik Krallık’a bağlı Kuzey İrlanda ile AB üyesi İrlanda Cumhuriyeti arasında gümrük tarifeleri gibi uygulamaları önleyici bir güvenlik ağı vazifesi görecek bir tedbir maddesiydi. Mektupta Johnson backstop maddesinin AB ile yapılan anlaşmadan çıkarılmasını talep ederken, söz konusu maddenin Birleşik Krallık’ı süresiz şekilde AB’ye bağımlı hale getireceğini belirtiyordu.
AB’nin backstop maddesinin kaldırılmasına ve yeni bir anlaşma yapılmasına sıcak bakmadığı da biliniyor. Nitekim Johnson’ın mektubuna cevabında Tusk, backstop maddesine alternatif olacak somut bir öneri getirilmediği sürece söz konusu maddenin anlaşmadan çıkarılamayacağının altını çizdi. Geçtiğimiz haftalarda ise Johnson, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’e Westminster’ın Brexit’i engelleyemeyeceği, dolayısıyla anlaşmasız ayrılık olmaması için AB’nin yeni bir anlaşmaya yanaşması gerektiği uyarısında bulunmuştu. Konuyu iki liderle detaylı şekilde müzakere etmek isteyen Johnson, 21 Ağustos’ta Almanya’da ve 22 Ağustos’ta ise Fransa’da bir dizi görüşmeler gerçekleştirdi.
Görüşmelerin ilkinde Merkel, AB ile Birleşik Krallık’ın Brexit’e yönelik ortak çalışma yapabilmesi için 30 günlük bir sürenin bulunduğunu ve bu sürenin verimli şekilde kullanılabileceğini söyledi. Diğer taraftan Macron ise backstop maddesinin AB ile yapılacak anlaşmalarda kaçınılmaz olduğunu belirterek, bu konuda getirilecek alternatif somut önerilerinin de backstop maddesinin temel prensiplerini yansıtmak zorunda olduğunu söyledi. Yapılacak yeni bir anlaşmanın May’in anlaşmalarından çok farklı olamayacağını belirten Macron, Merkel’e göre daha kötümser bir tablo çizerek Birleşik Krallık için anlaşmasız Brexit ihtimalinin daha yüksek olduğunu ifade etti. Dolayısıyla Kuzey İrlanda meselesi, bugün için anlaşmalı ayrılığın önündeki en büyük engel olarak yerini koruyor.
Johnson yönetimi 31 Ekim tarihine kadar ya AB ile yeni bir anlaşma yapacak, ya ufak değişikliklerle bir önceki anlaşmayı kabul edecek, ya da tüm çabasını anlaşmasız bir ayrılık için harcayacak.
Boris Johnson’a Jeremy Corbyn markajı
Diğer taraftan anlaşmasız Brexit ihtimali karşısında muhalefet de boş durmuyor. Bu konuda Johnson’ı içeride en çok zorlayacak ismin muhalefetteki İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn olduğu söylenebilir. Başından beri Brexit’e karşı olan Corbyn, seçmen iradesine saygı gerekçesiyle Brexit kararına uyulması gerektiğini savunuyor ve Brexit planında AB ile kalıcı Gümrük Birliği’nin sürdürülmesini, yani ithalat ve ihracata yönelik gümrük vergisi uygulanmamasını içeren bir anlaşmayı destekliyordu. Fakat bugün için yeni bir genel seçim ve hatta yeni bir referandum seçeneklerini daha yüksek sesle dile getirmeye başlayan Corbyn, tüm milletvekillerine anlaşmasız ayrılık tehdidine karşı geç olmadan kendi etrafında birleşme çağrısı yapıyor. Bu çerçevede pek çok İşçi Partili, Johnson’a karşı güvensizlik oylamasının ve akabinde geçici hükümet kurulmasının ciddi bir seçenek olarak masada durduğunun altını çiziyor ve parlamentodaki diğer siyasi partilerden destek bekliyor. Bu konuda İşçi Partisi’nin bazı Muhafazakar milletvekillerinin de desteğini alacağı tahmin ediliyor.
Parlamentonun yaz tatilinin bitmesiyle eylülde tekrar açılmasıyla birlikte Johnson yönetimiyle başta İşçi Partisi olmak üzere “anlaşmasız Brexit” karşıtları arasında kıyasıya bir mücadeleye tanıklık edeceğiz. Johnson yönetimi 31 Ekim tarihine kadar ya AB ile yeni bir anlaşma yapacak, ya ufak değişikliklerle bir önceki anlaşmayı kabul edecek, ya da tüm çabasını anlaşmasız bir ayrılık için harcayacak. İlk iki seçeneğin bu tarihe kadar gerçekleştirilememesi durumunda ise ya yeni bir erteleme talep edilecek ya da anlaşmasız ayrılık gerçekleşecek.
Bu arada parlamentonun anlaşmasız ayrılığı engelleme ihtimaline karşı Johnson’ın parlamentoyu tekrar tatil etme girişiminde bulunabileceği de iddia ediliyor. Eğer parlamento anlaşmasız ayrılığı engellemeyi başarırsa bu sefer güvensizlik oylaması, genel seçim ya da yeni bir referandum seçenekleri ortaya çıkıyor. Dolayısıyla İngiliz siyasetini oldukça hareketli geçecek iki ay bekliyor.